Tel Aviv ve Kudüs
Written on April 11, 2010 by orhanomay
Cefi, İgal ve Violet’in, “ülkeye girişte hazırlıklı ol, geri dönmek isteyebilirsin” lafları kafamda, pasaportu uzatıp geri almam 30 saniye sürdü!…“herhalde bir yerde daha kontrole gireceğim” şaşkınlığyla taksiye binmiş otele gidiyordum bile!
Hayatımın, ilk, plansız programsız “tek” başına seyahatı, oldukça gürültülü bir taksinin içinde otele doğru başladı.
40’ıma yaklaşırken, bunca sene ,çok sükür, görülmüş gezilmiş, bunca ülke sonrası Tel Aviv ve Kudüs, 4 günlük bu tatil, dönüşü 2 hafta olmuş olmasına rağmen hala beni inanılmaz etkisinden atamadı.
Tel Aviv, hayatımın şehri Barcelona’yı salladı geçti.
Sonsuz Plajlar: Şehrin batısında bulunan, Chicago’yu andıran konumu ile Namal’dan başlayıp Old Yaffu’ya kadar uzanan: kumu olağanüstü, suyu şahaser plaj, öylesine canlı öylesine hayat dolu ki, sanki şehirin kendisi taa uzaklarda başka bir yerdeymiş, siz de bambaşka bir ülkeye gelmiş gibi ağzı açık gezip duruyorsunuz. Kapuero yapanlar, futbol oynayanlar, plaj tenisi çılgınlığı, gün batımı, humus, soğuk beyaz şarap (ah Jefi ahh!) , surf yapanlar, kadınlar, vücutlar, vücutlar, vücutlar…güzel insanlar…
Şahaser Kadınlar: Yıldo gibi “ben ne kadınlar gördüm bu hayatta sarışını esmeri” demeyeceğim, ama ben Helsinki, Miami, Kopenhag, Moskova, görmüşüm de bunca sene bu kadar güzel kadını hiçbir yerde görmemişim. Esmeri, sarışını, kızılı, kumralı, like-a- Claudio Schiffer’i, like a Gisele’si, like –a-Bellucci’si…Her yerde, her köşede, çoğu yerde bikinili, bikini yoksa stilettosu, inanılmaz göğüsleri bacakları bakımları ile İsrail kadını! Tanıştığım bir adam, “böyle dünya güzeliler işte, ülkesi olmamış her ülkede ırkı karışmış Rusya’da İspanya’da Almanya’da Şili’de yaşamış bir ırk işte böyle güzel olur” dedi.
Yemek ki ne yemek: “İnanılmaz deniz mahsülleri var ve inanılmaz yedim” yazacağım ama yazamıyorum çünkü yiyemedim. 4 gün nerdeyse 3 öğün humus, falafel, kavun ile parmaklarımı yiyip durdum. Her seferinde hadi bu sefer bari başka bir şey deneyim ! ama her seferinde “oğlum ne zaman geleceksin bi daha ye işte bulmuşken humusu falafelı” na dönüşüyordu. Humusun bizimkinden farkı muhteşem tadından başka bir de mayonez gibi akıcı kıvamındaydı…
Barlar & hopping: Şehir uyumuyor. Her akşam, yemek saatimi, Barca’daki gibi bir evveline göre 1 saat ileri almış olmama rağmen, son gece ! 23:00’da bile restaurantların önü sıra sıra, uzun süren yemekler arkasından her sokakta her köşede tıklım tıklım dolan barlar sabaha kadar…Öyle sapsın, damsızsın, parmak aralısın giremezsin yok…Sakin ol keyfine bak rahat ol.
Eski şehrin mimarisi , 1930 sonrası Almanya’dan kaçan mimarların artan nüfusla beraber Almanya’dan getirdikleri Bauhaus tekniğinden ibaret. Geniş dönen yuvarlak balkonlar 4 katlı binalar çok hoşuma gitti.
Türksün kakasın yok. Müslümansın konuşma benimle yok. Türkleri seviyorlar. Bunca yıl, Diaspora’dan beri Museviler hep Türkler ve Osmanlılar ile birlikte huzura kavuşmışlar. Şehirde tehlike yok, patlamalar, maalesef ve maalesef Bethlehem’de inşa edilen yeni utanç duvarı sonrası durmuş. Her mall her binaya girişte TR’deki gibi arandım. Ama arandım yani…Akmerkez’deki gibi aç bagajı kapa bagajı değil…
Kudüs ve 3 dinin tarihini, gitmeden evvel öyle çok, öyle tekrar kere okudum, mahalleleri inceledim, görülecek yerleri iyi tespit ettim ki, Kudüs’e tur yerine…kitabım ve makinem ile gitmeyi tercih ettim. Sabah 8 otobusüne binip 9’da Kudüs’ün içinde, o dar o her köşesi birbirinden farklı sokaklarında neredeyse 7 saat hiç durmadan yürüdüm. (tabiî ki humus ve falafel için mola farzdı J)
Mahallelerden en korkutanı, en pisi, en sıkıcısı, en yapışkan insanlısı Muslim Quarter’dı. Aynı kapaıçarşı gibi , aynı bizim insanlar gibi, Araplar her yerde, nargile, tavla, bol sigara, bağrış çağrış ile pek de bi kolay ısındım diyebilirim. 5 dakika seyrettiğim bol küfürlü tavla oyunu bugüne kadar seyrettiğim en çetin en hızlı, “oynasam-tek-bir-kapı-alamam-yahu” oyunlardan belki de ilki ve tekiydi. Oyunu takibi imkansıza yakın bir hız ve çat çaaat çaat sesleri, yenilene üç kişi yalllaaaaaaaaaaaaaaaah yaaallaaaah çekip sıradakini oturtuyorlardı.
Hz Muhammed’in Medine’den gelip Allah’a katına çıktığı ve sonrasında Medine’ye döndüğü taş ve aynı taşın üzerinde İbrahim’in oğlunun başını kesecekken koyunla karşılaştığı noktanın içinde olduğu El-Aksa camini girebilmeyi şöyle becerebildim:
- Yemin billah muslim
- Show me passport
- Al sana passport kardes
- Do you read kuran?
- Of course
- Read me el-fatiha
- One minute must take medication water (telefon: alp oğlum çabuk söyle el Fatiha nasıl başlıyordu camiye gireceğim giremiyorum )
Ve caminin içindeyim….
(işte el aksa’nın içindeki meşhur taş koyunun indiği)
Ve caminin içinde bana karate yapan 2 çocuk!
Jewish Quarter ve Armenian Quarter güzel en temiz en Akdeniz sokakları ile hoş olsa da tarih açısından pek etkiledi diyemem. Emin Özgür’ün email ile yolladığı Nişanyan’ın yazısında yazdığı kimsenin giremediği ermeni sokağına Türkçe bilen bir arap sayesinde girebilmeyi başardım ve Nişanyan’ın bir: incir diye bahsettiği “acı çekme ağacı”nın esasında zeytin ağacı olduğunu, iki: yazısında eksik ve hatalı şeylerin olduğunu keşfettim. Heheh, bi tek kendisi girebilecek zannetmiş.
Tarihi eserlerin güzelliği ve insanların tapınma seviyesinin en yukarıda olduğu üç yer oldu Kudüs’te:
1- Ağlama Duvarı : Esasında duvar dedikleri şey, en eski Yahudi kıralı Solomon’un yaptığı Temple’dan arta kalan duvar
Neye ağlıyordu inanılmaz merak ettim
2- İsa’nın mezarı (Hristiyanlığın nasıl palavradan ibaret olduğunu bu gezi de anladım)
3- İsa’nın çarmığa çivilendiği taş (gene müthiş palavra)
4- Hem okuduğum kitapta hem de birçok yerde Hristiyanlıkla ilgili her şeyin:
1- Old Testament’en alındığı ve değiştirildiği
2- Hristiyanlık ve isa ile ilgili yazılan çizilen her şeyin en erken isadan sonra 200 senesinden itibaren varolduğu’nu okumak bilmek
3- İnsanların ağlayıp öpüp okşayıp delirdiği isa’nın çarmıha çivilendiği noktadaki mermerlerin bile 1800 senesinde ispanya kralı tarafından kudüs’e getirilmiş olması
bir hayli komiğime gitti. Christian Quarter’ı geziyorsun ama baktığın her şeye aldanma, çoğu masal gibi bi fon müziği insanı da pek rahatsız etmiyor değil…
Oturup bir Arap’a sordum kahve içerken:
- Nasıl bir hayat yaşıyorsun, şükür diyor musun ?
- A person like you not knowing the meaning of freedom, not knowing living under occupation since born, should not ask this question
Ben kendimi 4 gün kaybettim Telaviv’de, insanların savaşa rağmen birbirine nasıl saygılı olduğunu görüp utandım. Kutsal topraklarda ağzım açık gezdim dine saygıyı gördüm gülerken utandım gülerken şaşırdım.
Bu hayatta ölmeden gitmeniz gerekenlerin en başında Tel Aviv ve Kudüs
P:S: Tam 1 sene oldu gideli ama işte öyle bir sayfalık yazı da olsa herşey kolay çıkmıyor
P.S2: Bu bana dünyanın en güzel bilekliğini yapan Zoe kısaseyahatdostu
If you enjoyed this post Subscribe to our feed